2 Ağustos 2022 Salı

Bir Zamanlar İstanbul'da (1.Kısım)

  Evin terasındaki salıncakta oturup şehrin hafifçe ileri geri gitmesini izlerken hep içim huzur dolmuştur. Beton yığınlarının içinde yaşayan milyonlarca insanın sadece bir kısmında bulunabilen yine bir beton yığınından havadar bir yere açılan bir kapımız olduğu için belki, belki de bebekken annemiz tarafından sallanarak uyutulduğumuz için içimizde bitmez tükenmez bilmeyen bir anne şefkatini hatırlattığından. Eğer bu içime dolan huzurlu dakikaların hayatımda yaşadığım son huzurlu dakikalar olduğunu bilseydim, hiç kalkmazdım o salıncaktan. 

  Metal renkli iki ayağı olan üzerine bir cam konarak masa haline getirilmiş üzeri şehrin tozundan dolayı kirlenmiş şeffaf masamın üzerinde bulunan telefonum, çayımın içinde ufak bir girdap yaratarak kafamın içindeki düşünceleri, sabahları çalan alarmın bir rüyayı bitirdiği gibi bir anda kesti. Arayan kişi ülke kodu ile beraber 10 rakamdan oluşuyordu,. Tanımadığıma göre reklam olabilirdi, açmamaya ve rüyasına kaldığı yerden devam etmeye çalışan biri gibi gözlerimi kapatarak, suyun bulduğu boşluğu doldurması gibi, huzurun tekrar göğsümün içine dolmasını bekledim. Maalesef telefonum yeniden, aç bir aslanın kükremesinin kulaklarda oluşturduğu titreşimleri hatırlatırcasına camın üstünde rahatsız edici bir oynaklığa bürünerek kendini oradan oraya atmaya başladı. 

  Eğer buraya kadar yaşadıklarımı bir yere yazmış olsaydım, eminim okuyanlar amerikan filmlerinin meşhur kelimesini cümle içinde kullanarak şunu derlerdi, "aç artık şu lanet olası telefonu be adam". Evet telefonu açacaktım, kararımı verir vermez ağzı bağlanmamış balonun içinden bir anda kaçan hava misali huzur bedenimden ayrıldı.

  Ahizeden gelen ses, tok güzel ve canlı bir sesti, haber muhabiri misin be mübarek, bu ne güzel diksiyon düşünceleri zihnimin derinliklerinde süzülürken bir yandan onu dinliyordum. Merhaba beni tanımıyorsun biliyorum derken beynim dünyada sadece benim hissedebilecegim nöronlar arasi aktarımlar yaparak sesin sahibini eskiden tanışmış olduğum binlerce insandan biriyle eşleştirmeye çalışıyordu. 3'ü de farklı gelen jackpot oyunu gibi beynim herhangi bir benzerlik kuramamaştı. Saniyenin 10'da biri kadar bir vakit geçtikten sonra merhaba buyrun diyebildim, saatlerdir dış sesimi kullanmadığım için, ses tellerim ne yapacağını şaşırarak ikinci kelimemin ortalarına kadar çatallı tiz bir ses çıkarabildi. Ulan rezil olduk abi sen ses telisin her zaman hazır bekleyeceksin ya demeye kalmadan haber spikeri arkadaş lafına devam etti. Saat 15.50'de iskelede buluşalım sana anlatmam gereken şeyler var dedi. Neden 16 değil, neden 15.50 diyemeden telefonu kapatti ki asıl soruyu sonraya saklamıştım. Hangi iskele? Telefon bu kez kesikli kesikli 2 kez titredi. Üsküdar iskele yazıyordu. Teşekkürler güzel sesli kız gerçekten çok incesin, spesifik iskele söylemeyi düşünebilmiş olman iyi oldu.

  Rüzgar, kafası karışmış mevlevi gibi bazen kendi etrafında dönerek geliyor bazen de güneydoğu yönünden direkt olarak gelip o bölgenin kavurucu sıcağıni tenime adeta boca ediyordu. Masanın üstündeki çay bardağımı bizim sakar mevlevi devirmesin diye mutfak tezgahının üzerine bırakıp odamdan bir tişört ve pantolon aldım, üzerimi değiştirip kendimi evin kapısının dışına attım. 1 saniyeliğine asansörde otopark katına inip arabayla gitmeyi düşündüm ardından İstanbul'da yaşadığım aklıma geldi ve metronun en mantıklı tercih olduğuna karar verdim.

  Metroya doğru yürürken, karşıdan gelen, güneşin alnında senelerce çalışmaktan teni kararmış, ağır kaldırmaktan omuzları çökmüş, kamburu çıkmış muhtemelen 50'lerinde olmasına rağmen 60'larında gösteren bir amca bana seslendi...

27 Mayıs 2022 Cuma

Ekip Yönetiminde İletişimin Önemi

Ahmet Şerif İzgören iletişimi denize benzetmiş ve şöyle demiştir; “Kişilere göre farklı formüller uygulamak zorundasınız. Bir gün iki metrelik suya dalarsınız, bir gün on beş metreye dek tek nefesle inersiniz.” Her insanın dünyayı algılayış biçimi, dünyaya bakış açısı ve motive olma biçimi farklıdır. Bu yüzden bize bağlı olarak çalışan personeli iyi tanımalıyız ve buna göre davranmalıyız. Askerliğimi takım komutanı olarak yaparken, eskiden denetime gelen komutanların takım komutanına, kendisine bağlı olan askerin bot numarasını bile sorduğunu ve takım komutanının ekibindeki herkesi çok iyi tanıması gerektiği söylenmişti. Bot numarası her ne kadar uç ve gereksiz bir bilgi olarak gözükse de, yöneticinin ekibinde bulunan kişileri çok iyi tanıması gerektiğini bizlere düşündürmesi ve böylece ekibindeki personelle doğru frekansı tutturabilmesi açısından önemli olduğunu düşünüyorum. Çalışma hayatım boyunca farklı tarzda yöneticiler gördüm ve duydum. · Astlarına sürekli hakaret eden · Bağırıp çağırarak iş yaptırmaya çalışan · Laf sokan, sürekli açık arayan, kimseye güvenmeyen bir yönetici de duydum ve gördüm, bunların tam aksine; · Çalışanlarına babacan yaklaşan · Onları seven, sayan, onlarla şakalaşan · Hak edeni öven bir yönetici de gördüm ve duydum. Peki hangi yönetici ile çalıştığınızda kendi yeteneklerinizi ve çalışkanlığınızı gösterebilirsiniz? Kim yaptığı her işten sonra azar işitmek ister. Ben Ziraat Bankası’ndan önce çalıştığım firmada, hata yaptığım zaman müdürüm bana işin doğrusunu ve bundan sonra daha çok dikkat etmem gereken noktaları güzel bir dille anlatır ve duyduğu güveni belirtir teşekkür ederdi. Müdürümün bana yaklaşımından dolayı işi, firmayı sahiplenme duygum ve çalışma hevesim artardı. Bunlarla beraber benim ekibimin üzerinde uyguladığım ve sonradan yöneticimin de bana uyguladığı “sandviç yöntemi”nden bahsetmek istiyorum. Bazı sebeplerden dolayı motivasyonum düştüğünde ya da işte eksik bir yönüm olduğunda, yöneticim beni yanına çağırır, önce birkaç iyi özelliğimi sayar, ardından olumsuz gördüğü şeyi söyler ve son olarak tekrar birkaç iyi özelliğimi söyleyerek bu yöntemi kullanırdı. Böylece bütün dikkatinin o olumsuz şeyde olmadığını, benim güçlü yanlarımı bildiğini ve güçsüz yönümü geliştirmem gerektiğini söyleyerek beni yüreklendirirdi. Son olarak “pygmalion etkisi”nden söz etmek istiyorum. Ne olduğunu özetle anlatmak gerekirse, kişi kendisine yüklenen anlam ve beklentiler karşısında karşıya istediğini verir. Başarı diyorlarsa başarı, azim diyorlarsa azim. Yönetici ve diğer çalışma arkadaşları birbirlerine güzel şeyler söylemeli ve desteklemeli. Birisine iyi işler yaptığını söyledikçe, takdir edildikçe, o kişi daha fazla sorumluk isteyecek ve üstlenecek, kendini daha çok geliştirecektir. Ancak yine “pygmalion etkisi” ile kendilerine yetersiz, becereksiz hissettirirsek, kişi sorumluluk almaktan kaçacak ve o iş yerinde başarısız olacaktır.

5 Ekim 2017 Perşembe

Aamir Khan

    Bollywood filmleri ülkemizde son zamanlarda, özellikle genç kesim tarafından giderek artan bir ilgiyle takip ediliyor. Raj Kapoor'un meşhur Avare filmi ile zamanında ülkemizde büyük sükse yapan Bollywood, Türkiye'de çok uzun süre ilgi görmedi. Bol aksiyonlu Hollywood filmlerinin cazibesi ve Bollywood filmlerinin 3 saate yakın sürmesiyle sinemacılara zaman bakımından ticari kayıp yaşatması sebepleriyle ülkemizde vizyona giremedi bir çok film. Son senelerde sinema seyircisinin düşük talep gösterdiği yaz aylarında, bir kaç salonda yer bulabilen Hint filmleri belki de ilk kez Mr. Perfectionist'in yani Aamir Khan'ın son yıllarda iyiden iyiye farkına vardığı Türk hayranlarının sevgisi ve isteği üzerine 4 Ekim'de Türkiye'ye gelmesiyle Secret Superstar filmi 20 Ekim'de tüm dünya ile aynı anda vizyona girme fırsatı bulacağa benziyor. Sosyal medyayı takip ettiğim kadarıyla, hemen ikiye bölünmeyi seven halkımız tarafından şunlar söylendi; "kim bu Aamir Khan"ve " Aamir Khan"ı nasıl tanımazsınız. Takip eden insanın olduğu kadar, takip etmeyen de var doğal olarak Aamir Khan'ı ve Bollywood'u. İki tarafında birbirine hoşgörüyle yaklaşması gerekir, hatta Aamir Khan hayranlarının daha da hoşgörülü olması gerekir, çünkü Aamir Khan'ın filmleri insanı naifliğe yakınlaştıran ögeler içerir.


    2001 yılından bu yana çektiği 11 filmi izleyen bir hayranı olarak Aamir Khan, gerçekten çok özel bir insan. Lagaan ve Mangal Pandey filmiyle ingilizlere baş kaldıran, klasik bir yeşilçam filmi gibi başlayan Fanaa filmiyle aksiyona bağlayıp yıllardır çözülemeyen "Keşmir" olayını gündeme getiren, Taare Zameen Par filmiyle disleksi hastası bir çocuğun neler yaşadığını size boğazınızda oluşan düğümle beraber izlettiren, bir çok kişi sevmesede benim favori filmim olan Ghajini'de Kalpana'nın saf aşkı ve intikamı için ölümü göze alan, 3 idiots'ta ezberci mühendis sistemini yüzümüze yüzümüze çarpan, Talaash filmiyle bilim kurgu ile dramı harmanlayan, PK filmiyle dinlerde oluşturulan yanlışlıklara basit ama çarpıcı eleştiriler yapan, Dangal filmiyle ise 2.plana atılan daha 18'ine varmadan evlendirilen kız çocuklarının aslında fırsat verilirse neler yapabileceğini gösteren , Times'ın ise en etkili 100 kişi arasında gösterdiği çok özel biri.

    Dün haber programında, "izlediğiniz bir Türk filmi ya da okuduğunuz bir Türk kitabı var mı?" sorusu sorulur sorulmaz "İnce Memed" diyecek kadar takip eden biriydim Aamir Khan'ı, tabi son zamanlarda eskisi kadar bu tip şeyleri okumaya izlemeye vakit ayıramıyorum ama arkadaşlar gerçekten vaktiniz olduğunda Aamir Khan'ın filmlerini izlemenizi öneririm. Hatta vaktiniz olursa Amitabh Bachchan'ın, Shahrukh Khan'ın filmlerini de öneririm.

    Son olarak Dangal filminden benim çok eğlendiğim bir sahnenin videosunu paylaşarak yazıma son vermek istiyorum. Dangal filmi, tekrar tekrar izleyebileceğim filmlerden biri çünkü bana yapabileceklerim için güç veriyor. Vazgeçmek, bırakıp gitmek gibi kelimeler yerini, ben bunu yaparım, başarırım gibi kelimelere bırakıyor filmi izledikten sonra. Sizde klasikleşen, kötü adamların ajanları kaçırdığı, cia ve fbi'ın ortaklaşa kurtarma operasyonu yaptığı, hiç bir şey yapmadan, çalışmadan etmeden kazandıkları süper güçlerle insanları kurtaran, tuttu diye 5.si 6.sı çekilen filmlerden sıkıldıysanız biraz Bollywood'a Aamir Khan'a şans verin. Hadi bakalım sağlıcakla kalın. Hoşçakalın.






5 Eylül 2017 Salı

Vazgeçmek ya da Vazgeçmemek

Senelerden 2008, günlerden 20 Haziran. O zamanki adı ile ÖSS'ye harıl harıl çalışmaya henüz başlamamışım. Milli Takım 2002'den beri ilk kez bir şampiyonaya katılmış. 20 Haziran 2008 günü akşam maç saatini bekliyorum. İçimde öyle bir heyecan, öyle bir umut var ki, Hırvatistan'ı yenip yarı finale çıkacağımızdan sonuna kadar eminim. Ne de olsa İsviçre'yi son dakikada yenmişiz. Çek Cumhuriyeti'ne son 15 dakikada 3 gol ardı ardına atmışız. Maç saati artık yaklaşırken, maçı evde tek başıma seyretmek yerine, dev ekran kurulan bir parka giderek, o coşkuyu kalabalıkla yaşamak istiyorum. Maç başladı. Hırvatistan, tabiri caizse bizim direkleri dövüyor. Bir sağdan geliyorlar bir soldan. Bizim de onlarınki kadar net olmasa da birkaç atağımız oluyor ve normal süre bitiyor. Uzatmalarda da dakika 118'i gösterirken yani bitime 2 dakika kalmışken o talihsiz golü yiyoruz. O zamana kadar tuttuğum takım olan Fenerbahçe'nin Avrupa maçında tur atlaması için son 5-10 dakikada 2 gol atması gerekirken bile maçı izlemeyi bırakmayan ben, o gün öyle bir hayal kırıklığına uğruyorum ki; hayatımda ilk kez bir maçın son saniyelerini izleyemeyip gözü yaşlı bir şekilde Rüştü'ye kızarak evin yolunu tutuyorum. Maçı izlediğim parktan yokuş aşağı inmiş, henüz 200-300 metre uzaklaşmışken, büyük bir kalabalığın "gooool" sesini duydum. Üzüntüden dolayı kendini kaybetmiş olan ben, birkaç saniye duraksayıp kendime geldikten sonra, yukarıya, dev ekranın kurulduğu yere, kalabalığın coşkusuna ortak olabilmek için öyle bir koştum ki anlatamam. İnanılmaz sevinçliyim, harikulade şekilde mutluyum ama Semih'in o golünü canlı bir şekilde izleyemedim. Aradan 14 yıl geçmiş, televizyonda her o gole rast geldiğimde sanki ilk kez görüyormuş gibi izlerim. İşte o vazgeçiş bana çok büyük bir ders olmuştur. Büyük hayal kırıklığıma yenik düşüp 2 dakika daha sabredemeyip umudumu kaybettiğim için o golü canlı bir şekilde göremedim. Bu yüzden ne zaman hayal kırıklığına uğrasam tam vazgeçecekken o gol gelir aklıma. Tam umudumu kaybedecekken o vazgeçişi hatırlayıp son bir adım daha atmaya çalışırım. Takımı 3-0 yenikken 90+1'de gol atıp, koşa koşa gidip topu ağlardan alan ve 1 dakikada 2 gol daha bulma umudu olan oyuncunun en sevdiğim insan tipi olması da bu yüzdendir. Hayaller motivasyon kaynağı, vazgeçişler ise pişmanlıkların temelidir. Vazgeçmezsek geç olur güç olur ama bir şekilde olur.

28 Ocak 2016 Perşembe

Mahalleden Arkadaşlar

........İncirli Sineması'na vardığımızda kocaman bir kuyrukla karşılaştık. Girdik bilet alacakmış gibi kuyruğa. Yarım saat sonra sıra bize geldi. "Büfeci Ramazan'ın yeğeniyim ben," dedim gişedeki kıza. "Arkadaşlarla film izlemeye geldik." Ciddiye bile almadı bizi gişedeki kız, yeni başlamış herhalde işe. Kovdular bizi. Lüks restorana gidip müşterilere kağıt mendil satmaya kalkan çocuk muamelesi gördük. Götüm götüm Renk Sineması'na babamın yanına gidip durumu anlattım.

    "Siz nasıl geldiniz lan buraya kadar," dedi babam. "Trene mi bindiniz? Ben size yasak demedim mi?"

     Babamın kalenderliği tutmuştu. Ya baba az çok bir karizmam otoritem var şu iki tıynetsizin gözünde. Yapma Allah aşkına.

     "Yok baba ne treni? Tren geliyor mu ki buraya kadar? Güney Abi bıraktı bizi film çıkışı gelip alacak," dedim.

      "Güney niye sokmadı sizi içeriye tanıyor sinemadakileri."

      "Hiç işte! O kadar da dedim," dedim. Yıl 91, ceptelefonu mu vardı arasın?

       Kattı bizi önüne,gittik İncirli Sineması'na. Babam gişedeki kıza azar kaymaya başladı.

      "Siz benim oğlanı almayın içeri sonra misafir gönderirsiniz bize," dedi noktaladı. Kız süklüm püklüm oldu. Renkten renge girdi: MonAmi pastel boyalarımda o kadar renk yoktu.. Özür diledi babamdan. yanımıza gelip Mete'ye baktı.

      "Ay ne şirin şey," dedi, sonra yanıma gelip benim yanağımdan makas aldı sonra da Serkan'ı öptü.

       Ulan benden makas aldın, beni öpsene,benim Ekrem'in oğlu, niye Serkan'ı öptün? Benim özgüvenimi hiç düşünmeyin, zaten ben başımın çaresine bakarım, dert etmeyin benim kişisel gelişimimi hiç. Yirmi yıl sonra kadına yazamıyor diyecekler. Sen de bunun sebeplerinden birisin ablacım...



Selçuk Aydemir

Mahalleden Arkadaşlar sayfa; 184,185

19 Aralık 2015 Cumartesi

Tehlikeli Oyunlar

"Fakat, Allah kahretsin, insan anlatmak istiyor albayım; böyle budalaca bir özleme kapılıyor. Bir yandan da hiç konuşmak istemiyor. Tıpkı oyunlardaki gibi çelişik duyguların altında eziliyor. Fakat benim de sevmeye hakkım yok mu albayım? Yok. Peki albayım. Ben de susarım o zaman. Gecekondumda oturur, anlaşılmayı beklerim. Fakat albayım, adresimi bilmeden beni nasıl bulup anlayacaklar? Sorarım size:"Nasıl?" Kim bilecek benim insanlardan kaçtığımı? Ben ölmek istiyorum sayın albayım, ölmek. Bir yandan da göz ucuyla ölümümün nasıl karşılanacağını seyretmek istiyorum. Tehlikeli oyunlar oynamak istiyor insan; bir yandan da kılına zarar gelsin istemiyor. Küçük oyunlar istemiyorum albayım. ' Canım, bugün üzgün görünüyorsun, ' demek istemiyorum. ' İstemiyorsan buluşmayalım,' dedi geçen gün. Buyrun bakalım. Ben de çekilmez huysuzluklar etmiştim; bu sonuca katlanmalıydım. Ben ne yaptım? Neyse, geçelim albayım. Fakat beni anlıyor: Bütün geçmişimi anlattım ona, hep haklı çıktım. İşte böyle anlarda çileden çıkıyorum albayım: Kendimi unutup zafer sarhoşluğuna kapılıyorum. Oysa bütün bu ilişki bir can sıkıntısı yüzünden başlamıştı. "

sayfa 259

Oğuz Atay

31 Mart 2015 Salı

Sekizinci Ölümcül Günah

     Aylardır blogumda paylaşmak istediğim yazıyı nihayet sizlere sunuyorum arkadaşlar.Yazı ot dergisinin haziran 2014 sayısındaki turgut yüksel'e ait kent rehberi bölümünden ve masalların aslında ilk olarak nasıl yazıldığını anlatıyo ki benim en çok ilgimi çeken kısımlardan biri ise konuyu şuraya getirmesi;

"....Sizce neden? Bunu bilemezsiniz. Çünkü masal kendini size okutmaz. Çünkü size bir prens veya prenses olma hayalini kurdurtur, kimlikleri yüceltir sadece. Masaldaki yan karakterler hiç mi aşık olmaz sizce? Olmaz. Çünkü olmalarına gerek yoktur. Onlar öykünülen kişilerin aşkını kutsayan birer androittir çünkü. Eski filmlerde, Sami Hazinses’in, Cevat Kurtuluş’un, Suna Pekuysal’ın, Adile Naşit’in; Ediz Hun, Filiz Akın, Hülya Koçyiğit veya İzzet Günay’ın yanında canlandırdıkları rolleri düşünün. Onlar sadece jön’ün aşkını kutsamak için oradaydılar"

    Bu yazıyı okumadan önce de aynen böyle düşünüyordum, masaldaki yan karakter olarak bakılıyoruz ya da bakıyoruz,aslında kimse yan karakter değildir ama prens veya prenseste değildir.

  yazının tamamını okumak isteyenler içinse ;

Evvel zaman içinde, 1729 yılınını ağır ve yavaş geçen soğuk kış gecelerinden birinde, Hanau’dan yola çıkan Jacob ve Wilhem Grimm adında iki kardeş zorlu bir yolculuğun ardından Frankfurt’a varmak üzereydiler. Onları sıcak şöminelerinin başından kaldırıp bu yolculuğa çıkartan sebep ise, Frankfurt’taki güçlü bankerlerden biri olan Rudi Völler’den almış oldukları siparişi teslim etmekti.
Völler uzun zamandan beri sıkıcı geçen gecelerini heyecanlandırmak için bir şeyler yapmak istiyordu. Geceleri şömine karşısında okuduğu pornografik hikayeler artık kendisini eskisi kadar heyecanlandırmıyordu. Çünkü o hikayeler zaman içerisinde hem masumlaşmıştı hem de kafasında yeni oluşan heyecan verici eğilimlerden çok uzaktı.
Bir cumartesi günü, doğu seyahatinden dönen üç arkadaşı ona doğuda zengin tüccarların ve soyluların kendileri için özel pornografik kitaplar resimlettirdiklerinden bahsettiler ve o yolculuk sırasında kendileri için yaptırdıkları porno kitapları gösterince Völler’in kafasında ne yapmak istediği oluştu.
Göttingen’de profesör olarak çalışan Jacob ve Wilhem kendilerine gelen davetiye karşısında biraz şaşkındılar. “Önemli bir işi için beni ziyaret etmenizi beklerim. Saygılarımla, Rudi Völler.”
Grimm kardeşler Völler’in adını duymuşlardı. Ama adından önce onun özel zevkleri için akıl almaz paralar harcadığı söylentisi kendilerinin kulaklarına kadar gelmişti. Ertesi gün Frankfurt’taydılar. Völler’le karşılıklı konyaklarını içip işin detaylarını konuşuyorlardı. Völler, Grimm’lerden kendisi için bir hikaye yazmalarını istiyordu. Fiyatta anlaşılmış, Völler hikaye içinde özellikle ne istediğini söylemişti. Grimm kardeşler ceplerinde aldıkları avansın sıcaklığını taşıyarak sipariş aldıkları metni yazmak üzere Hanau’daki evlerine doğru yola çıktılar. Yol boyunca hararetle hikayenin temelini neye yaslayacaklarını tartıştılar. Hanau’ya vardıkları zaman Völler’in özellikle istediği cinsel sapkınlık temalarını içine koyabilecek omurga olarak Freyja’nın cücelerle olan ilişkisini kullanmaya karar vermişlerdi.
Freyja, İskandinav mitolojisinde aşkın ve cinselliğin tanrıçasıydı. Söylediği açık saçık şarkıların çoğu sansürlenmişti. (Neşet Ertaş’ın yazıp söylediği bazı türkülerin erotik olduğu için (!) sansürlenmesi gerektiği, bir edebiyat profesörü(!) tarafından yakın zamanda talep edilmişti. Bu aklımızın bir yerinde kalsın!)
Mitolojideki hikayeye göre; Alfrigg, Berling, Grerr ve Dvolin isminde dört cüce muhteşem bir gerdanlık yaparlar. Frejya bu gerdanlığı alabilmek için cücelerle sıkı ve uzun süren bir pazarlığa girişir ve pazarlık sonucunda gerdanlığı alabilmek için cücelerle bir gece geçirmeye karar verir.
Grimm’ler Frejya’nın hikayesini Dante’nin ilahi komedyasıyla, eski dönemlerin gotik halk esatirleriyle harmanlayarak, içine de Völler’in istediği cinsel eğilimleri de katarak Pamuk Prenses, yani orjinal adıyla söyleyecek olursak “Maria Sophia Margerete Christina Von Erthal” ve yedi ölümcül günah isimli grotesk pronografik öyküyü yazdılar.
Sulu karın ağır ağır yağdığı o gece, Jacob ve Wilhelm, bitirdikleri pornografik metni Völler’e okumak için gidiyorlardı. ve okudular…
Völler hikayeden o kadar haz aldı ki, hikayenin kendine sunduğu haz havuzunda uzun geceler boyunca yüzdü. Hikayedeki sahneleri fahişeler tutarak canlandırdı. Sonra daha önce okuduğu pornografik hikayelerin ruhu üzerinde yarattığı heyecan dalgasının azalması gibi, içinde yüzdüğü haz havuzunun da kendisine dar gelmeye başladığını anladı. Ve içinde yüzdüğü havuzu genişletmek için Grimm kardeşlere yeniden davetiye gönderdi. Ertesi gün yanlarına gelen Grimm’lerden bu hikayeyi ebeveynlerin çocuklarına çekinmeden okuyabilecekleri bir masal haline dönüştürmelerini istedi. Tek şartı haz aldığı cinsel hezeyanlar masalda yerini koruyacaktı. Grimm kardeşler daha önce almış oldukları paranın dört katını ceplerine koyarak Völler’in yanından ayrıldılar. Dört ay sonra anneler ve babalar piyasaya yeni çıkan bir kitaptan, uykuya direnen çocuklarına “Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler” masalını okuyorlardı.
Marquis de Sade, 1875 yılında bir “sapık” olarak gönderildiği krallık zindanlarında Völler’in bu hikayesinden esinlenerek bir kitap yazmaya başlamıştı. İsmi “Sodom’un 120 Günü”ydü. Völler’i Başkan Curval, ona doğu seyahatlerini anlatan arkadaşlarını Dük Blangis, Durcet ve Piskopos karakterleri olarak kitabına yerleştirmiş; Durcet, Curval, Blangis ve Piskopos’a hikayeler anlatan dört eski fahişeyi de Grimm kardeşlerden yola çıkarak tasarlamıştı. Fahişelerin anlattıkları hikayeler “Maria Sophia Margerete Christina Von Erthal ve Yedi Ölümcül Günah” metnini oluşturan babların açılmış halleriydi.
Anger, Averice, Envy, Gluttony, Lust, Pride ve Sloth… yani öfke, açgözlülük, kıskançlık, oburluk, şehvet, gurur ve tembellik… Bunlar Dante’nin ilahi komedyasında cennete giden yolda arınılması gereken yedi ölümcül günahın isimleriydi. Grimm kardeşler hikayenin ilk halinde yedi cüceye bu isimleri vermişlerdi. Çünkü Völler’in amacı günahtan kaçmak değil tam tersi, yani olabildiğince günaha bulanmaktı aynen Pamuk Prenses gibi. Hikayede Pamuk Prenses cücelerin evine girince masada yedi tabak görür ve her tabaktan bir kaşık alarak yer. Bu onun yedi günahı tek tek tatmasını ve daha sonra da bundan aldığı hazla kendinden geçerek uykuya dalmasını anlatır. Ona haz veren bir duyguydu günahlarla oynamak, günah işlemek. Grimm kardeşler hikayeyi masal haline getirince Tembel, Obur ve Öfkeli dışındaki diğer dört cücenin ismini değiştirdi. Ama boyları kısa olsa bile, isimleri değişmiş olsa bile işlevleri pornografik hikayedekiyle aynıydı.
Sodom sosyal statü olarak dört değerli kimliği yerle bir etmek üzere yazılmış bir kara mizahtı. Çünkü Sade kendisinin “sapık” olduğuna karar veren ve zindana tıkan kimliklerin asıl yüzünü aktarıyordu. Ki, Sade çevresindekilerin üzerine attıkları “ahlaksız” yaftasına karşın en ahlaklı insandı; zira ömrü boyunca idam cezasına karşı çıkmıştı. (Bkz. Birikim Dergisi / 295. sayı / Ahlak ya da Giyotin / Cemal Bali Akal) Yanındakiler mezbaha gibi giyotine insan gönderirken “Gönlüm idam istiyor” cümlesini asla kurmamıştı. “Sizin yargıç olarak güvendiğiniz, sizin din temsilcisi olarak sığındığınız, sizin soylu olarak yanına yanaştığınız ve her yanaştığınızda sosyal bir paye aldığınızı hissettiğiniz kişileri meni, bok ve kan çukurunda vahşi hayvanlar gibi debelenmekten zevk alıyorlar aslında” diyerek onlarla dalgasını geçiyordu.
Pamuk Prenses masalında, karısı ölmüş bir kral, kralın kızı yani pamuk prenses, kralın aynı zamanda büyücü olan yeni karısı yani yeni kraliçe ve yedi tane erkek cüce var. O cücelerin neden hepsinin de erkek olduğunu düşündünüz mü ve neden bakire bir prensesin bu yedi erkek arasına sığındığını? Ve bir de nerden geldiği belirsiz olan nekrofilyak bir prensin varlığını?
Bu kimlikler arasında yergi yok Sodom’daki gibi. Gizli gizli, kimlikleri sızdırma var çocuk masalı adı altında. Aynen R. Völler’in istediği gibi.
Kazanan kim masalda? Prens ve prenses mi? Cücelere ne oldu? Ya da baba figüründe olan ve masalın başında çöpe atılan kral nerede? Bu soruların cevabını veremez masal. Grimm kardeşler bu karakterlerin sonunu yazmayı unuttuğu için mi?
Hayır! Çağdaş da olsa eski de olsa, ısmarlanmış da olsa her masal bir kurban ister sadece. Ve masalı okuyan da bu kurbanı isteyerek verir.
“O kadar çok kitaba geçmiş, o kadar çok belleğe kazınmış ki bu masal…. Ama en önemlisi, toplumsal ahlak tarafından hemen benimsenmiş olması… İşte bu en zor karşı konulur şey…
Binlerce kez yinelenerek, masum suretler ardına gizlenerek ortaya konulan ne? Kazanmak? Ama ne yolla olursa olsun başarmak… “Ebedi mutluluk” olarak tanımlanan bu!”
Şekip Davaz’ın “Kedo” isimli çizgi romanında Namık Fikret’in kendi kendine konuşmasından…. (Bulunması zor bir kitap ama bulmak için çaba sarfetmenizi hararetle öneririm)
Masallar kurban verme geleneğini devam ettiriyor sadece. Masal olsa bile, hayal olsa bile, kurgu olsa bile mutlaka bir kurban olması gerekliliğini sürekli insana hatırlatıyor.
Sizce neden? Bunu bilemezsiniz. Çünkü masal kendini size okutmaz. Çünkü size bir prens veya prenses olma hayalini kurdurtur, kimlikleri yüceltir sadece. Masaldaki yan karakterler hiç mi aşık olmaz sizce? Olmaz. Çünkü olmalarına gerek yoktur. Onlar öykünülen kişilerin aşkını kutsayan birer androittir çünkü. Eski filmlerde, Sami Hazinses’in, Cevat Kurtuluş’un, Suna Pekuysal’ın, Adile Naşit’in; Ediz Hun, Filiz Akın, Hülya Koçyiğit veya İzzet Günay’ın yanında canlandırdıkları rolleri düşünün. Onlar sadece jön’ün aşkını kutsamak için oradaydılar.
Siz şimdiye kadar “Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler” masalını hiç okumadınız, sadece okuduğunuzu zannettiniz. Masalı okurken kendinizi prensesle veya onu kurtaran beyaz atlı prensle özdeşleştirdiniz. O oldunuz. O yüzden okumadınız. Hiçbiriniz cüce kimliğini üzerinize almadınız veya kötü kalpli kraliçeyi… Hep prens ya da prenses olmak istediniz. Siz gerçekten de bu kadar saf mısınız? Değilsiniz. O yüzden yaşamınız boyunca bir prens veya prenses olmak için ödemeniz gereken bütün bedeli ödemeye hazır hale getirildiniz masallar sayesind. Ama bu bir masumiyet değil, tam tersine günahlarla yoğrulmuş ihtiras göstergesidir. Cücelerden biri olmadığınıza emin misiniz? Örneğin Avarice…turgut yüksel2
Narsizm’e gönderme yapan ayna fetişi, Adem ile Havva’nın cennetten kovulmasına neden olan yasak elmanın sembol olarak kullanılması, bir prensesin çevresinde yedi erkeğin olması ama bu yedi erkeğin de cüce olması, prensesi kurtaracak olan prensin nekrofilyak olması (Grimm kardeşlerin nekrofili düşkünlüğü uyuyan güzel masalında da devam eder) ve prensin bu eğiliminin sosyal onay alması – yedi cüce buna onay verir – gibi motifler bu metni bir masal olmaktan çıkartıyor zaten. Cücelerin her gün düzenli olarak gümüş madenine girmelerinin ve hiçbir şey çıkaramamalarının nedeni o gümüş madenine bir şey çıkarmak için gitmemelerinden kaynaklanmaktadır. Cüceler o gümüş madedine her gün girerek bir vajinaya girme arzularını gideriyorlardı (gümüş İskandinav mitolojsinde kadın cinsel organını temsil eder.)
Pamuk Prenses’in boğazına takılan elma çıktığı zaman canlanan artık Pamuk Prenses değil bir zombidir. Ve ayna karşısında kendini görüp tahrik olan kraliçeden tahtı devralacaktır. Çünkü kraliçe de bir zamanlar Pamuk Prenses’ti ve masaldaki Pamuk Prenses de onun varisinden başka bir şey değildir…
Eski filmlerden hatırlarız, kahraman Haydarpaşa Garı’ndan iner ve İstanbul siluetine bakarak “Seni yeneceğim İStanbul” der. (Memleket toprakları dışında üretilmiş hiçbir edebiyat metninde, filminde, şarkısında, şiirinde br şehre karşı “seni yeneceğim” cümlesi kurulmamıştır. Buhastalıklı ilişkiyi kurduran İstanbul’dur; çünkü kendisi hastadır!) Yener de, ama İstanbul olur… Zombi olur… Devrim yapılmaz devrim olunur şiarını unutanlar gibi, sahip olma ihtirasıyla yanıp tutuşup “niyet neydi, akıbet ne oldu” cümlesini kuran zavallılar gibi.
Bize bırakılan miras da budur işte!
Hepimiz bile isteye kurbanlar veriyoruz ve sonunda “şehit” oldu diyoruz öldürdüklerimize… Boşlukta kapladığımız yer bu ikiyüzlülüğümüz kadar işte. Ve – hadi çekinmeden söyleyelim – buna sahip olmak için de çok çalıştık değil mi?
Cenab-ı Hak, prenses, prens, kral, başbakan, başkan olmak isteyen kullarına bolca idrak nasip eylesin. Amin.

Turgut Yüksel / Kent Rehberi
Ot Dergi / Haziran 2014 Sayı: 16